17 Haziran 2008 Salı

ÖLÜLERİN TASARRUFU DİRİLERİNKİNDEN DAHA GÜÇLÜDÜR





Meşâyihtan bazısı, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in rûh-u şerîfini güneşe benzetmiştir. Nitekim güneşin kendisi gökte olup ışınları yerde olduğu gibi, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in rûhu da A’lâyi illiyyîn’de olduğu halde, kabr-i şerîfinden ayrılmayarak, kabri başında kendisine selâm verenlere cevap vermektedir.

Nitekim;

Ebû Hüreyre (Radıyallâhu anh)dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîfte

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Herkim bana selâm verirse, mutlaka Allâh-ü Teâlâ rûhumu bana iâde eder de, onun selâmını iâde ederim.


Herkes ne bâtıl inançlarla ve ne fuzûlî amellerle uğraşırken bizleri Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat inancını anlayıp anlatmakla meşgul eden Allâh-ü Teâlâ’ya, saltanatının celâline yakışır şekilde hamd-ü senâlardan sonra, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in imamı olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e ve ilk mensupları olan âl-i ashâbına, bize şefaatlerini celb edecek şekilde salât-ü selâmların ardından bu ayki yazımızı geçen yazılarımızla irtibatlayacak olursak; dirilerle tevessül câiz olduğu gibi ölülerle de tevessülün meşrûiyetini ispat sadedinde yönelttiğimiz soruların üçüncüsü; dirilerin de ölülerden faydalanıp faydalanamayacağı hususuydu ki, bir önceki yazımızda dirilerin ölülerden faydalandığına dair bazı güçlü deliller zikrettik. Bunlara diğer bazı delilleri ilave edecek olursak;

Abdullah ibn-i Abbâs (Radıyallâhu anhumâ)dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîfte

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmaktadır: “Herkim dünyada tanıdığı mümin kardeşinin kabrine uğrar da, ona selam verirse, mutlaka o onu tanır ve selamını iâde eder”

1 :İmâm-ı Süyûtî (Rahimehullâh)’ın beyanına göre; hadîs-i şerîfler ve eserler, zâir (kabir ziyaretçisin)’in bu ziyaretini, mezûrun (ziyaret edilen şahsın) bildiğine, sözünü işittiğine, onunla ünsiyet ettiğine ve onun selâmını aldığına delâlet etmektedirler. Bu hükümler, şehitler ve diğerleri hakkında umûmidir ve bu hususta bir vakit de mevzûbahis değildir. En doğru görüş budur. Zira Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), ümmetine, işiten ve anlayan muhataplarına selâm vermeyi meşrû etmiştir. Hakikat erbâbı buyurmuştur ki; ölünün ruhunun, ayrıldığı bedeniyle o denli irtibâtı vardır ki, kendisi refîk-i a’lâ (en yüksek melek cemaatleri arasın) da olup, makamı İlliyyîn’de iken bile, kabrinde namaz kılabilir ve selâm verenlere cevap verebilir. Bu iki iş arasında hiçbir zıddiyet yoktur, zira ruhların hâli bedenlerin haline benzemez. Bunu anlamamak, ancak gâibi şahide kıyas ederek (görülmeyeni görülene benzeterek) ruhun da, cisimlerde bilindiği üzere bir anda iki mekânda bulunamayacağını sanmaktan kaynaklanmaktadır. Meşâyihtan bazısı, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in rûh-u şerîfini güneşe benzetmiştir. Nitekim güneşin kendisi gökte olup ışınları yerde olduğu gibi, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in rûhu da A’lâyi illiyyîn’de olduğu halde, kabr-i şerîfinden ayrılmayarak, kabri başında kendisine selâm verenlere cevap vermektedir.

Nitekim; Ebû Hüreyre (Radıyallâhu anh)dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîfte

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Herkim bana selâm verirse, mutlaka Allâh-ü Teâlâ rûhumu bana iâde eder de, onun selâmını iâde ederim.”

2: Bu hadîs-i şerîften anlaşılacağı üzere; Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) e âlem-i berzâh (dünya ile âhiret arasında köprü olan kabir hayatın)da devamlı diridir. Zira gece veya gündüz saatlerinin her bir ânında âlemler içerisinde Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e selâm okuyan bir kişinin bulunmaması mümkün değildir.

Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in: “Allâh bana rûhumu iâde eder.” sözü, “Allâh-ü Teâlâ, işitmek, konuşmak ve anlamak gibi hâsselerimi (duyularımı) âlem-i berzahta benden almaz” demektir. Dolayısıyla, küllî olan Rûh-i Muhammedî Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bir bütün olan rûhu şerîfinin his ve şuuru hiçbir zaman asla kaybolmaz. Çünkü o, bütün âlemlerin rûhu ve her zerreye sirâyet eden sırrı olduğundan, onun, âlemlerde olup bitenden gaybeti (habersizliği ve gafleti) söz konusu değildir.
Demek ki, Allâh-ü Teâlâ’nın hikmeti, insan hayatının diğer canlıların hayatından farklı olarak bir takım ikramlara mazhar olmasını gerektirdiği gibi, ölümünün ardından da insan türünün diğer hayvanlardan farklı bir takım özelliklere sahip olmasını iktiza etmiştir. Bu nedenle insana, dünyadan ayrılmasının ardından, dünyevî ve uhrevî iki hayatının arasında bir berzah hayatı vermiştir ki, işte o hayat sayesinde o, yaptığı amelinin karşılığının öncüsü olarak sevap veya azaptan hak ettiklerini tadar, yine o hayat sayesindedir ki, ziyaretçisini tanır ve selâmını alır, hatta geçen yazımızda belirttiğimiz üzere yakınlarına duâcı olur. Zaten bu nedenle ölüye diri gibi selâm verilebilmektedir.

Nitekim:

Âişe (Radıyallâhu anhâ) validemiz :bir keresinde Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) “Kabirlere nasıl selâm vereyim? diye sorduğunda,

Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Sen, ‘Bu diyârın mü’min ve Müslüman olan ehline selâm olsun! Allâh-ü Teâlâ bizden önce geçenlere de, geri kalanlara da rahmet etsin, şüphesiz biz de inşâallâh size kavuşacağız’ de” buyurmuştur

3. Bu hadîs-i şerîften de anlaşıldığı üzere; ölülere de diriler gibi, “Esselâmü aleyküm” diye selâm verilebilir.
Selâma cevap vermenin bir duâ mâhiyeti taşıdığında şüphe yoktur, çünkü o, korkulardan emniyet talep etmekten ibaret olduğuna göre, meyyitin selâmı iâde etmesi, ziyaretçisine dua etmesi demektir. Kişinin ölüden bu yolla dua istemesi ile, ona: “Bana şu hususta dua et” diyerek dua talep etmesi arasında bir fark düşünülebilir mi?
Hele bir de, o ölü için istiğfarda bulunarak, rûhuna Kur’ân-ı Kerîm okuyarak ve onun adına sadaka vererek, kendisine sadece bir selâm vermekten çok daha fayda veren ve karşılık vermesini daha ziyade gerektiren şeyler takdim etmesinin ardından bunu yapmışsa, elbette onun duâsını almakta daha ümitvâr olur. Zaten ziyaretçi ile ölü arasında selâm ve iâdesi ile başlayan ilgi ve alâkanın birden kesilmesi anlaşılır bir şey değildir. Özellikle peygamberler, şehitler, veliler ve salihler gibi, dirilere duâları sabit olan ruhça kuvvetli ve nefis bakımından çok arınmış bulunan kimselerin, kendilerini ziyarete gelip güçleri seviyesinde hediyelerde bulunan âciz ve muhtaç kimselerin duâ ve isteklerini gözardı etmeleri hiç düşünülebilir mi?
“Tevessül” ve “İstiğâse”yi reddedenlerin önderi olan ve bir çok yanlış fikre sahip olan İbn-i Kayyim bile bu konuyu mütevâtir olarak değerlendirmiştir.

Nitekim onun “er-Rûh” isimli eserindeki beyanı şöyledir: “Bedenlerinin ölümünden sonra ruhların, bedenleriyle irtibât halindeyken yapamadıkları şeylere güç yetirebildikleri konusu, insanların birçoğunun görüşlerinin birleştiği hususlardandır, özellikle bir-iki kişinin ve bazı azınlıkların, kalabalık orduları bozguna uğrattığı çok görülmüştür. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in, Ebû Bekir ve Ömer (Radıyallâhu anhumâ) ile birlikte geldikleri ve onların kutsal ruhlarının şirk ve zulüm ordularını bozguna uğrattığı çok kere rüyalara girmiş, görenler uyandıklarında, güçsüz ve az olan İslâm ordusunun, sayıca ve silahça çoğunluğa sahip olan küfür ordusunu bozguna uğrattığını görmüşlerdir.

4: Bu sorunun cevabını, tarihî bir gerçeği açıklayarak sona erdirelim. İmam İbn-i Esîr (Rahimehullâh)ın, “el-Kâmil” isimli eserindeki beyanına göre; Târık ibn-i Ziyâd (Rahimehullâh) deniz yoluyla Endülüs’ün fethine çıktığında kendisine bir geçkinlik ârız olmuş, o sırada Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’i, onunla birlikte kılıçlarını kuşanmış ve yaylarını takınmış halde muhâcirleri ve ensârı görmüş,

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ona: “Ey Târık! Vazifene yönel” diye destur vermiş, ayrıca ona Müslümanlara yumuşak davranmasını ve ahde vefa göstermesini emir buyurmuş. Derken Târık, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in ve ashâbının, onun önünde Endülüs’e girdiklerini görmüş ve böylece sevinçle uyanarak bunu ordusuna haber vermiştir. İşte bu, onun ruhunun kuvvetlenmesine sebep olmuş, bu bereketle o, zafere erişeceğinde hiç şüpheye düşmemiştir.

5 : Târık ibn-i Ziyâd (Rahimehullâh)ın gemileri neye dayanarak yaktığı şimdi daha iyi anlaşıldı sanırım!
Görüldüğü üzere tevessülü inkâr edenlerin imamı olan İbn-i Kayyim’in bu konudaki görüşleri bu şekildedir. Ama imamlarının görüşünü bile şirk diye itham eden bir cemâatin kaynağı, elbetteki âyet ve hadîsler, delil ve içtihatlar olmayıp, nefis ve şeytan gibi iç ve dış düşmanların da tahrikiyle, Müslüman görünen İslâm düşmanı bir takım ajanların uydurduğu bâtıl görüşlere uymaktan başka bir şey olamaz. Allâh-ü Teâlâ dilediği kâfirleri alçaltıp azaba uğratmak ve müminlere öğüt yapmak için diriltirken, O’nun dostlarını birtakım ikramlara mazhar kılmak için diriltmesi nasıl yadırganabilir?

Nitekim

İbn-i Ömer (Radıyallâhu anhumâ) şöyle anlatmıştır: Bir kere ben Bedir’in kenarlarında dolaşırken boynunda zincirleri olan bir adam bir anda bir çukurdan fırlayarak

bana: “Ey Allâh’ın kulu! Bana su ver” diye iki kere seslendi.

Sonra elinde kamçı olan siyah bir adam aynı çukurdan çıkarak “Ey Allâh’ın kulu! Ona su verme. Çünkü o kâfirdir” diye bana seslendi. Daha sonra ona bir kamçı vurarak çukuruna geri döndürdü. Bunun üzerine ben koşarak Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e gidip bu durumu bildirdiğimde O

bana: “Sen onu gördün ha!” diye sordu.

Ben: “Evet” deyince: “O, Allâh’ın düşmanı Ebû Cehil ibn-i Hişâm’dır. İşte onun kıyâmete kadar azabı böylecedir” buyurdu

6. Bu sahih rivayetten anlaşıldığı üzere Ebû Cehil bile dirilip alenen gözükerek yardım istiyebiliyorken, Ebû Bekir gibi bir zat kendisinden yardım isteyenlere nasıl yardım edemez?! Oysa İmâm-ı Dücevî (Rahimehullâh)ın naklettiği gibi; tevessülü inkâr edenlerin imamlarından olan, hatta onlar nezdinde ikinin ikincisi veya üçün üçüncüsü sayılan İbn-i Kayyım, er-Rûh isimli kitabında: “Ebû Bekr (Radıyallâhu anh)’ın ruhu gibi büyük ruhlar tek başına bütün bir orduyu bozguna uğratırlar” demiştir

7. Bu konuda sayısız delil mevcutken konuyu toparlama açısından bu kadarla iktifâ ettik. Artık tüm okurlarımız ölülerin dirilere yardım edebileceği gerçeğini anladılarsa, tevessül ve istiğâsenin meşrûiyeti konusunu daha iyi anlayacaklar demektir. İnşâallâh bir sonraki yazımızda dördüncü suâl olan “Peygamberlerin ve velîlerin Allâh katındaki mertebeleri, ölümlerinin ardından biter mi?” sorusuna cevap arayacağız ve böylece tevessül konusunu toparladıktan sonra, mahrumların reddettiği diğer konuları, vaad ettiğimiz sıra üzere cevaplamaya çalışacağız.
Bu yazılarımızı itikat ile takip eden siz okurlarıma ve bu inançta olan erkek-kadın tüm inananlara yapacağım en büyük dua; dara düştüğümüz anlarda, özellikle sekerât-ı mevtte, arasât-ı kıyâmette ve cennete girmeden önce göreceğimiz tüm bâdirelerde, Allâh-ü Teâlâ’nın, peygamberlerini ve velîlerini bizlerin kurtuluşuna vesîle kılmasıdır. Âmin! Münkirin nasibi hirmân (inkarcının nasibi mahrûmiyet) olduğuna göre ey Rabbimiz! Seni şâhid ederiz ki, biz Senin dostlarının dirilerinin de, ölülerinin de şefâat ve yardımlarına inanan müminleriz ve insanların itikatlarının bozulmaya yüz tuttuğu şu fitne zamanda, bu imanımızı Sana emânet ederiz. Şüphesiz ki Sen emânetleri zâyi etmezsin.


DİPNOTLAR
1 - (İbn-i Abdi’l-Ber, et-Temhîd, İbni Kesîr, et-Tefsîr, 3/439;Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 5/487; Hatîb, İbni Asâkir, Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, no:42556, 15/646)
2 - (Ebû Dâvud, Menâsik: 96, no: 2041, 1/622)
3 - (Müslim, Cenâiz: 35, 103, 2/363, no: 974; Tirmizî, Cenâiz, 59, no: 1053, 3/369; İbn-i Mâce, Cenâiz, 36, no: 1546, 1/493)
4 - (İbn-i Kayyim, er-Rûh, sh: 237)
5 - (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, 4/268)
6 - (Taberâni, el-Mu’cemu’l-evsat, no:2556, 7/287; İbni Ebi’d-Dünyâ, Kitâbu’l-kubûr, sh:74; Heysemî, Mecma’u’z-zevâid, 3/57; Süyûtî, Şerhu’s-sudûr, sh:164; İbn-i Receb, Ehvâlü’l-kubûr, sh:142; Kastalânî, el-Mevâhib, 1/191; Şerhu’z-Zerkânî ale’l-Mevâhib, 2/316; Muhammed Âbid es-Sindî, et-Tevessül, sh:60-61)
7 - (Dücevî, el-Makalât, 1/566)


kaynak:

arifan dergisi

Ahmet MAHMUT ÜNLÜ

(cübbeli hoca efendi)



1 yorum:

önce islam dedi ki...

ALLAH razı olsun bütün emeklerine saglık ALLAH daha fazla güç versin