7 Aralık 2008 Pazar

Allah Sevgisinin İspatı: Kurban ve Teslimiyet

İbrahim Aleyhisselam, Allah için biricik evladını kurban etti. Hiç itiraz etmeden “Neden, Niçin?” demeden, Allah’a mutlak bir itaat ve teslimiyet göstererek… Yeryüzü, tarih boyunca böyle bir imtihan tablosu görmemiş. Melekler bile hayrete düşüyor. Babası İlâhî emri yerine getirmek için yavrusunu yatırmış, çocuk ise kendisini tamamen teslim etmiş. Buradaki asıl maksat Hz. İsmail’in kesilmesi değil, Hz. İbrahim’in kalbindeki Allah sevgisine ortak olan, İlâhî sevgiye karışan evlat sevgisini kesmekti. İbrahim Aleyhisselam, bıçağı oğlunun boğazına sürünce, gönlündeki evlat sevgisini kesmiş ve orada yalnızca Allah sevgisi olduğunu ispatlamıştı.


Kurban Bayramı gelince her birerlerimiz İbrahim ve İsmail Aleyhisselam’ı mutlaka hatırlarız. Allah-u Tealâ’ya karşı gösterdikleri o büyük teslimiyeti ve bunun karşılığı olarak da Mevlâ’nın kendilerine koç ihsan etmesini takdir ve hayranlıkla yâd ederiz.
Bütün dünya Müslümanları olarak kurban bayramı günlerinde, Allah’ın rızasını kazanmak ve O’na yaklaşmak için kurban keser, bu dini vecibemizi yerine getiririz. Böylece, baba-oğul bu iki Peygamberin asırlar önce başarıyla verdikleri imtihanın heyecan ve sevincini tekrar yaşarız.
İbrahim Aleyhisselam, Allah için biricik evladını kurban etti. Bu büyük bir imtihandı ve imtihanların en zoruydu. Bundan önce de zor imtihanlara tâbi tutulmuştu. Malını Allah yolunda sebil edip tüm servetini gözden çıkarmış, Nemrut’un ateşine gözünü kırpmadan atlayıp canını seve seve feda etmişti. Elbette bunlar da zor imtihanlardı fakat bu seferki hepsinden çok daha zordu. Çünkü çok sevdiği yavrusu, ciğerparesi evladını bizzat kendi eliyle Allah için kurban edecekti…
İnsanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bu imtihan tablosunu, Allah’a karşı müthiş bir teslimiyetin ve sadakatin ispatı olan bu ibret vesikasını, ayeti kerimelerin ışığında kısaca gözden geçirelim:
Rivayet edilir ki; İbrahim Aleyhisselam hicretten sonra kavminden ve akrabasından uzak kalmıştı. Bu durum Onun için bir nevi uzlet gibi oldu. Tamamıyla Rabbine yönelip vakitlerini ibadetle geçirmeye başladı. Bu arada “Rabbim, Bana salihlerden olacak bir evlat ver” (Saffat: 100) diye, hayırlı bir evlat için dua ediyordu. Bunun için nezirde bulundu. Şayet bir erkek evladı olursa, onu Allah için kurban edecekti. Mevlâ Tealâ böylesine büyük bir arzuyla dua eden Halil’inin duasını kabul buyurdu ve O’nu bir evlatla müjdeledi. “Biz de O’nu yumuşak huylu bir oğul ile müjdeledik” (Saffat: 101) Çok geçmeden İbrahim Aleyhisselam’ın, Hacer anamızdan nur topu gibi bir evladı oldu ve Hz. İsmail dünyaya geldi.

Rüyada Gelen Kurban Emri
Bir zaman sonra, İbrahim Aleyhisselam aldığı İlâhî bir emir sebebiyle, Hacer anamızı ve oğlu Hz. İsmail’i Mekke’ye götürüp, bu günkü Beytullah’ın olduğu yere bıraktı. Ve onlar bundan böyle orada, Mevlâ’nın korumasında hayatlarına devam ettiler. Tabii İbrahim Aleyhisselam da her sene Mekke’ye gidip onları ziyaret ediyordu. Aradan seneler geçti ve böylece İsmail Aleyhisselam serpildi, büyüdü ve yürüme çağına geldi.
İbrahim Aleyhisselam, âdet üzre onları ziyarete gitmişti. Mina’da (Mekke’de Harem bölgesine dahil olan ve bu gün Huccacı Kiramın kurban kestikleri yerde) istirahat için uyuduğu sırada, rüyasında: “Ey İbrahim! Nezrini yerine getir. Allah’ın emrine binaen oğlunu kurban et!” diye bir nida işitti. Uykudan uyanınca, bunun Rahmanî olup olmaması hususunda şüpheye düştü.
Bu rüya hususunda Fahri Razi, Hazîn ve Kâdi Beydavi buyuruyorlar ki: “İbrahim Aleyhisselam bu rüyayı arefe gününden bir gün evvel gördü. Fakat bu rüya ‘Rahmanî mi yoksa şeytani mi?’ diye tereddüt ettiği için bu güne (Zilhicce ayının sekizinci gününe) “Terviye günü” denir.” Terviye “şek, şüphe”mânasına gelir.
İbrahim Aleyhisselam arefe günü tekrar aynı rüyayı görüp aynı hitabı işitince, bu rüyanın Rahmanî olduğunu anladı. Bu sebeple o güne de “Bildi” manasına gelen “Arefe” dendi. Yani rüyanın Rahmanî olduğunu bildi.
Mesele anlaşılmıştı. Fakat bu emir ne zaman yerine getirilecekti?
Üçüncü gün yine aynı rüyayı görünce, İlâhî emrin o gün yerine getirileceği anlaşılmış oldu. Bu güne de “Nahr” günü (Kurban Bayramı günü) denildi.

Devreye Giren Şeytanın Vesveseleri
İşte o gün İbrahim Aleyhisselam hanımına dedi ki:
- Ben Rabbime ibâdet için evden çıkacağım, yanımda oğlumu da götürmek istiyorum. O’nu güzelce yıka, hoş kokular sür ve en güzel elbiselerini giydir!
Bunun üzerine annesi oğlunu hazırladı ve baba-oğul evden çıktılar. Yolda giderlerken şeytan bir ihtiyar suretinde İbrahim Aleyhisselam’ın yanına gelip: - Bu konuda acele etme! Belki Allah Seni bu işten muaf tutar. Hem oğlunun şu boyuna, posuna, endamına ve güzelliğine baksana; hiç böyle bir evlada kıyılır mı? dedi. Hz. İbrahim: - Ey mel’un, defol! Bu Bana Rabbimin emridir. Şayet yüz bin oğlum olsa hepsini Allah için seve seve kurban ederim! diyerek şeytanı kovdu.
Şeytan, İbrahim Aleyhisselam’dan ümidini kesince bu sefer İsmail Aleyhisselam’a yanaştı:
- Senin neşen yerinde ama boşuna sevinme! Çünkü baban seni kesmeye götürüyor, dedi. İsmail Aleyhisselam ise:
- Bir baba evladını hiç keser mi, hem niçin kessin ki? diye cevap verdi. Şeytan:
- Çünkü bunu O’na Rabbi emretti... Şeytan, henüz çocuk yaşta olan İsmail Aleyhisselam’ı kandırmak maksadıyla böyle söylemişti. Evet, o çocuktu; ama Peygamber olacak çocuk… Öyle bir cevap verdi ki; şeytan bunu dediğini de diyeceğini de pişman oldu.
- Bre melun! Eğer bu Rabbimin emriyse, o zaman sana ne oluyor?! Rabbimin emri başım üstüne, dedi ve şeytanı kovdu. Ardından da onu taşlayıp sol gözünü kör etti. Şeytan aleyhillane üzüntüyle oradan kaçtı. Sonra Hacer anamızın yanına geldi. Ve son bir gayretle onu kandırmaya uğraştı ama muvaffak olamadı.
Böylece baba-oğul beraberce yollarına devam ettiler… Biraz sonra yeryüzü, insanlık tarihinde eşi ve benzeri görülmemiş çapta büyük ve muazzam bir olaya şahit olacaktı. Mevlâ Tealâ bu ibret tablosunu, bir imtisâl örneği olarak bizlere şöyle sunuyor: “Vaktâ ki çocuk babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: (Hz. İbrahim) ‘Yavrucuğum! Rüyamda seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün ne dersin?’ dedi. O da cevaben: ‘Ey Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.” (Saffat:102) Ayet-i Kerimeyi tahlil edecek olursak, bu iki büyük insanın ruh hallerini çok iyi anlamış oluruz. Demek ki, İbrahim Aleyhisselam bu zor emrin ağırlığı sebebiyle, acı içinde dehşete düşmemiş veya bu işten bir an önce kurtulmak telaşıyla infiale kapılmamış. Ya da bir punduna getirip, oğlunu kandırarak emri bir an önce infaz etmeye de çalışmamış. Oğluna seslenişinden bu açıkça anlaşılıyor. Söze “Ya Büneyye!” (Ey Oğulcuğum) diye başlıyor ve İlâhî emri kendisine bildiriyor. Öyle panik ve dehşet havası içinde değil, sükûnetle ve sevgiyle…
Evet, bu emri yerine getirmek gerçekten çok zor. Hatta evladının hayatına son vermesini istemekten daha zor. Veya oğlunu, geri dönmeyeceğini bildiğin bir savaşa gönderirsin; bu iş böyle de değil... Çünkü oğlunu boğazlama işini bizzat kendisi yapacak; sırf Allah emretti diye! Hiç itiraz etmeden “neden, niçin?” demeden, Allah’a mutlak bir itaat ve teslimiyet gösteriyor İbrahim Aleyhisselam. İşte İman! İşte itaat! İşte teslimiyet! Ve Halilullah makamı...

Hz. İsmail’in Teslimiyeti
Gelelim henüz çocuk yaştaki İsmail Aleyhisselam’a. Hakkındaki Ilâhî emri duyunca acaba ne diyecek? Hangi ruh haline bürünüp babasına nasıl tepki gösterecek?..
Şimdi O da babasının daha önce yükseldiği ufuklara yükseliyor ve diyor ki: “Ey Babacığım! Ne ile emrolunduysan yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Saffat:102) sözüne “Ey Babacığım!” diyerek, sevgi ve hürmet dolu bir ifadeyle başlıyor. Hakkında verilen boğazlanma kararını duymak, hem de bu işin babası tarafından yapılacak olması demek onu üzmemiş, babasına olan sevgisini azaltmamış. Çünkü insan ister istemez ürperebilir, hatta o anda insanın akli muvazenesi dahi bozulabilir. Ama böyle bir durumda bile babasına karşı edep ve terbiyesini bozmuyor. Sadece babasına karşı değil, Mevlâ’ya karşı da edebini muhafaza ediyor ve: “Allah dilerse, beni sabredenlerden bulacaksın.” diyor. Bu sözde büyük incelikler var. Öncelikle kendi tahammül gücünün sınır ve hududunu bilmek var öyle kuru bir kahramanlık taslamıyor. Kendi nefsine pay ayırıp “Ben şöyleyim, ben böyleyim. Allah yolunda can veririm, kan dökerim!” şeklinde, pehlivan edasıyla şecaat arz etmiyor. Hâlbuki Allah için boğazlanmayı gönül rızasıyla kabul etmiş, bundan ötesi var mı? Ama buna rağmen, bütün keremi ve üstünlüğü Allah’a havale ederek “Allah dilerse, beni sabredenlerden bulacaksın.” diyor.
Karşılıklı konuşma faslı bitince sıra geliyor tatbikâta... Az sonra, cihan tarihinin bu eşsiz imtihan tablosu, insanoğlunun alıştığının dışında zuhur edecek. “Böylece ikisi de Allah’a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca” (Saffat: 103).
Rıza, itaat ve teslimiyet…

Böyle İmtihan Görülmedi
Yeryüzü, tarih boyunca böyle bir imtihan tablosu görmemiş. Melekler bile hayrete düşüyor. Babası ilâhî emri yerine getirmek için yavrusunu yatırmış, çocuk ise kendisini tamamen teslim etmiş. Burada yapılan şey bir cesaret gösterisi filan, kahramanlık ve bahadırlık hiç değil! Bir mücahit meydana atılır, vurur veya vurulur. Bir asker cepheye gider, sağ dönmeyeceği ihtimalini de göz önüne alarak savaşır. Fakat bunlarla o iki dev şahsiyetin yaptığı şey çok farklı.
Ve İbrahim Aleyhisselam bıçağı oğlunun boğazına sürdü, fakat bıçak kesmedi. Tekrar denedi yine olmadı. Bunun üzerine elindeki bıçağı hemen yanı başındaki kayaya sürünce, o koskocaman kaya ikiye bölündü. Kayayı kesen bıçak, yumuşacık bir teni kesmemişti. İbrahim Aleyhisselam bıçağa sitem etti:
- Ey bıçak! Beni Rabbime asi mi edeceksin, niçin kesmiyorsun? Bıçak dile geldi:
- Halil diyor kes! Celil diyor kesme! Ben de Celil olan Allah’ı dinliyorum. İbrahim Aleyhisselam bu sırada alnında biriken terleri silerken, yıllarca önce ateşin kendisini yakmadığını hatırladı. O zaman ateşe “Yakma!” emrini veren Allah-u Tealâ, bugün de bıçağa: “Kesme!” emrini vermişti.
Böylece Emir yerine gelmiş ve imtihan kazanılmıştı. Bu iki büyük insan, Allah’a olan teslimiyetlerini apaçık bir şekilde ispatlamış oldular. Geriye ne kaldı? Bedenin elemlenmesi ve cismin boğazlanıp kanın akıtılması…
Bunu da bir hayvanın boğazlanışı telâfi ederdi. İşte o esnada Cebrail Aleyhisselam elinde büyük bir koçla göründü. “Doğrusu bu apaçık ve kat’i bir imtihandı. O’na fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik” (Saffat:106-107).

Kurban Bayramı’ndaki Tekbirlerin Sebebi
Cebrail Aleyhisselam gökten inerken yüksek sesle:“Âllâhü Ekber! Âllâhü Ekber!” diyerek tekbir getirdi. İbrahim Aleyhisselam başını kaldırıp bu manzarayı görünce: “Lâ ilâhe illallâhü vellâhü ekber!”diyerek karşılık verdi. Boynuna bıçağın inmesini bekleyen İsmail Aleyhisselam, tekbir ve tehlili duyunca meseleyi anladı. Demek imtihan kazanılmış ve Mevla Teâla canını bağışlamıştı. O da: “Âllâhü Ekber velillâhil hamd!” diyerek, Mevlâya hamd etti. İşte tekbir budur. Bu sebeple, Kurban Bayramı günlerinde farz namazlarından sonra yirmi üç vakit “Tekbir” getirilir.
Aslında burada asıl maksat Hz. İsmail’in kesilmesi değil, Hz. İbrahim’in kalbindeki Allah sevgisine ortak olan, ilâhî sevgiye karışan evlat sevgisini kesmekti. İbrahim Aleyhisselam bıçağı oğlunun boğazına sürünce, gönlündeki evlat sevgisini kesmiş ve orada yalnızca Allah sevgisi olduğunu ispatlamıştı. Mevla Teâla kullarından, kulluk ve teslimiyetten başka bir şey istemiyor. Bunun ispatı için de bizleri imtihan ediyor. Yoksa Allahu Teâla kullarını cezalandırmak için imtihan etmez.
Kanların boşuna akmasına, canların heder edilmesine asla rıza göstermez. Fakat kulundan da öyle bir teslimiyet ve itaat istiyor ki; gerektiğinde malını, gerektiğinde evladını, hatta canını bile Kendi yolunda fedâ edip, kurban edebilmeli...
Bizler de inşallah kurbanlarımızı keserken şöyle niyet edelim; “Ya Rabbi! Şayet bizlere ‘Evladını kes’ diye emretseydin keserdik. ‘Canını ver’ deseydin onu da verirdik. Fakat ‘Kurban kes’ buyurdun. İşte kesiyoruz kabul eyle…” Bu vesileyle bütün okurlarımızın Kurban Bayramını şimdiden tebrik eder, keseceğimiz kurbanların Kendisine yaklaşmamıza vesile olmasını Yüce Rabbimden niyaz ederim.
Fi Emanillah!..

Hiç yorum yok: